5 Temmuz 2008 Cumartesi

Tüm Doğa Olayları Allah'ın Kontrolündedir

Son günlerde dünyanın herhangi bir doğa felaketi olmadan, neredeyse gün geçmiyor. Teknoloji istediği kadar ilerlesin, dünyanın en gelişmiş ülkesinden en fakirine kadar tüm ülkeler, başlarına gelen afetler karşısında çaresiz kalıyorlar.


Meksika ve ABD'deki sel baskınları, Laos'taki tayfun ve peşisıra gelen kuraklık, Kuzey Kore'deki kıtlık, İtalya'daki deprem son bir ay içinde gerçekleşen felaketlerden sadece bir kaç tanesi.

Meteoroloji uzmanları tayfunlara, fırtınalara ilginç isimler (Fran, El Nino, Pauline...) takıp, hayal mahsülü 'tabiat ana' ile ilgili yorumlar yapadursun, müminler her olayda Allah'ın Cebbar, Azim, Ala, Kahhar sıfatlarını hatırlayarak Rablerine daha fazla yakınlaşmaya çalışıyorlar. Bu felaketler, Rahman ve Rahim olduğu kadar, Cebbar ve Kahhar olan Rabbimizin büyüklüğünü, gücünü ve yarattıklarının O'na karşı acizliklerini gösteren çok önemli örneklerdir.


Geçtiğimiz Ekim ayı içinde gerçekleşen doğa olaylarını özetlemek gerekirse;
Kolombiya'da aşırı yağmurlar sonucu 3 büyük nehir taştı, bir kasaba tamamen yok oldu.
Pauline Kasırgası Meksika'yı altüst etti, bütün nehirler taştı, turistik merkezler harap oldu.
Karaib Adaları'ndan Montserrat Adası'ndaki volkan harekete geçti.


Endonezya'da orman yangınları sadece ülkeye zarar vermekle kalmıyor, yangınla birlikte ortaya çıkan hava kirliliği tüm bölgeyi tehdit ediyor.


El Nino hem fırtınayı beraberinde getirdi hem de aşırı yağışlar sonucu nehirler taşarak bölgede büyük bir hasar meydana geldi.


Kuzey Kore'de sellerin ve doğal felaketlerin sebep olduğu kıtlık hala devam ediyor.
Geçtiğimiz Temmuz ayında da, Merkez Avrupa'yı etkisi altına alan ve özellikle Almanya, Çekoslavakya ile Polonya'da 100.000 kişinin yaşadıkları yerleri tahliye etmesine; Asya'da ise Hindistan, Bengladeş ve Nepal'de 1100 kişinin ölümüne neden olan sellerden ve diğer doğal felaketlerden tüm insanların çıkarması gereken dersler var.


"Görmüyorlar mı ki, gerçekten onlar her yıl, bir veya iki defa belaya çarptırılıyorlar da sonra tevbe etmiyorlar ve öğüt alıp (ders çıkarıp) düşünmüyorlar." (Tevbe Suresi, 126)


Kur'an-ı Kerim ayetleri felaketlerin, iman etmeyen, Allah'ın sınırlarını aşan, şükretmeyen ve gelen elçileri yalanlayan toplumların başına geldiğini açık bir şekilde anlatıyor. Geçmişle pek çok uygarlık tüm zenginliklerine, güçlerine, ordularına, teknolojilerine karşın tabiat olaylarıyla ortadan yok olmuş, sahip oldukları ihtişamdan ancak kalıntıları günümüze kadar ulaşabilmiştir.

Sebe, Ad, Lut, Nuh gibi Kur'an'da bahsi geçen toplumların yanısıra ismi zikredilmeyen, fakat bu kavimler gibi inkar yolunu benimseyen pek çok medeniyet, onlarla aynı sonu paylaşmışlardır. Kimi bereket sembolü olarak gördüğü yüklü bulutların taşıdığı yağmurlarla, kimi apansızın gelen bir fırtınayla savrulan kumların metrelerce altına gömülerek, kimi de depremlerle yerin dibine geçerek sanki hiç varolmamış gibi bir anda yeryüzünden silinmişlerdir. Felaket, bir kısmını sabahın erken saatlerinde rahat rahat uyurken, bir kısmını geceleyin topluca eğlenirken, kimini de kuşluk vakti yakalamıştır. Hepsi üzerlerine gelen sellerle, depremlerle, tayfunlarla sahip oldukları herşeyi yitirmişlerdir.


Yerin göğün sahibi olan Rahman şüphesiz kullarına karşı bağışlayıcı ve esirgeyicidir. Allah (c.c.)'ın iman etsin etmesin insanlara verdiği nimetler saymakla bitirilecek gibi değildir ve rahmetinin, şefkatinin, bereketinin hissedilmediği hiç bir an yoktur. Dünya hayatının kimin daha salih amelde bulunacağını ölçmek için yaratıldığını ayetlerde vurgulayan Rabbimiz, aynı zamanda insan için iki yol belirlendiğini buyurmuştur. Rahman'ın sınırlarını koruyanlar için rahmet kapıları sonuna kadar açılırken, kötü ahlak yaşamak isteyen, dünya hayatıyla tatmin bulanların kalpleri üzerinde de Allah'ın Kahhar ve Cebbar sıfatları tecelli eder. Örneğin iman eden, şükreden kavim için yağmurlar bereket olurken, inanmayanlar için yıkım vesilesi olur.


"Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah azabınızla ne yapsın? Allah şükrün karşılığını verendir, bilendir." (Nisa Suresi, 147)


Ancak Allah'ın ayetlerini okuyan, üzerinde düşünen Müslümanlar bu sırra vakıf olabiliyor. Ayetlerde anlatılanları 'eskilerin masalları' olarak değerlendiren, tabiat olaylarının yarattığı hasarı hava tahminini daha iyi yaparak, evlerin temelini biraz daha sağlamlaştırarak - Japonya'da, Kobe depreminde olduğu gibi- engelleyebileceklerini zannedenler, hiç bir zaman esas yapmaları gerekenin Allah'a yönelip dönmek olduğunu düşünmüyorlar. '80'li yılların sonlarında, ABD'de Kaliforniya eyaletinde meydana gelen depremi televizyonlarından izleyenler çok değil, sadece bir iki saniyelik bir sarsıntı sonucu, dev otobanların nasıl karton oyuncaklar gibi eğilip büküldüğünü hatırlayacaklardır.


Bu durumun tam tersi olarak Cenab-ı Allah, insanlara şükrederlerse bereketli yağmurlar göndereceğini vaadediyor. Görüldüğü gibi kulluk vazifelerini yerine getiren bir halkın hem dünyası hem de ahireti kurtuluyor, güzelleşiyor. Kazanan daima Allah (C.C.)'ın yanında yer alan, yaratılış amacına uygun hizmet eden toplumlar oluyor.


Fakat Cenab-ı Allah'ın bir adetullahı olmak üzere inanmayan toplumlar, dünyanın neresinde olursa olsun, medya vasıtasıyla hortumları, depremleri, tayfunları ve meydana gelen tahribatları izlemelerine rağmen, hiçbiri başına böyle bir olayın gelebileceğine ihtimal vermiyorlar. Kendi kendilerine bir vicdan muhasebesi yapma ihtiyacı hissetmiyorlar. Bu felaketleri yaşayanlar ise, zorluk anında samimi olarak Rablerini yardıma çağırmalarına rağmen, yaralarını sarar sarmaz, sanki o dehşet anını yaşayanlar kendileri değilmiş gibi, eski hayatlarına geri dönüyorlar.

'İzlediklerimden, yaşadıklarımdan almam gereken ders nedir? Yıllarca çalışıp sahip olduğum ve benim malım olarak gördüğüm evimi, arabamı, sevdiğim bir yakınımı hatta kendi hayatımı kaybetmek bu kadar kolaysa, ben tek baki kalan ve tüm mülkün sahibi olan Rabbime yönelmeliyim' diye düşünen ve iman yolunu seçen insan sayısı pek az... Televizyon kapandığı ya da tahribatlar giderildiği anda, duyulan üzüntü bitiyor, günlük hayatın akışı içinde o an hissedilen korku, yapılan dua unutuluyor.


İnananlar ise, kıyamet gününün sadece küçük bir esinsitisi olan bu tabiat olaylarını gördüklerinde tevbelerini artırıyorlar, daha fazla istiğfar ediyorlar, sahip oldukları nimetler için durmaksızın şükrediyorlar ve Allah'a canlarını müslüman olarak alması için dua ediyorlar.

Gözlerde Saklanan Rahmet

Cenab ı Allah'ın en güzel surette yarattığı, sonsuz aklını ve ilmini tecelli ettirdiği insan vücudu şüphesiz kendi içinde milyarlarca sır gizlemektedir. Nitekim bilim adamlarının yoğun çalışmaları ve gelişen teknolojinin de yardımıyla bu sırlar birer birer gözler önünde serilmektedir.

Keşfedilen her yeni bilgi, Rabbimizin üzerimizdeki nimetinin ne kadar geniş olduğunu ve bu nimetleri saymakla dahi bitiremeyeceğimizi anlamamıza vesile olmaktadır.Rabbimizin özenle ve olağanüstü bir tasarımla yarattığı insan vücudu incelendiğinde, içten ve dıştan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı mükemmel bir savunma mekanizmasına sahip olduğu görülecektir. Oldukça ayrıntılı ve kompleks olan bu mekanizmanın her parçası kendi üzerine düşen görevi kusursuzca yerine getirmektedir. Örneğin tüm vücudu sarıp kuşatan deri, dıştan gelecek zararlı bir etkiye karşı emniyet sağlamakta ve insan için tam bir güven oluşturmaktadır.

Bunun yanında insanın her türlü faaliyetini yöneten beyin son derece sağlam kemiklerin oluşturduğu kafatası içinde korunurken, insan için hayati fonksiyonları yürüten kalp, böbrek gibi organlar da müthiş bir dizayna sahip göğüs kafesinins içine gizlenmiştir. Tüm bunların yanında benzeri görülmemiş, son derece güçlü bir ordu da, geliştirdiği taktiklerle vücuda giren düşmanlara karşı inanılmaz bir savunma gerçekleştirmektedir.İnsanın, oldukça karmaşık bir yapıya ve mükemmel bir tasarıma sahip olarak yaratılmış en değerli organlarından biri olan göz de insanı hayrete düşürecek özel bir sistem sayesinde korunmaktadır. Bu sistemin her parçası Allah'ın kendilerine bahşettiği yetenekleri kullanarak olağanüstü bir titizlikle çalışırlar. Şüphesiz gözün koruyucuları denince akla ilk önce, onu özenle saran incecik bir deriden oluşan göz kapakçıkları gelecektir.

Gerçekten de gün içinde insanın varlığını dahi hissetmediği bu kapakçıklar, göz için hayati olan bir çok görevi üstlenmişlerdir. Göz kapakçıklarının yaratılış hikmetlerinden biri belkide en önemlisi, salgıladıkları sıvılarla gözün dış tabakasını (kornea) sürekli nemli tutmaya çalışmalarıdır. Gözün nemli tutulması ve her türlü mikrop ve rahatsız edici maddelerden arındırılması insanın farkında bile olmadığı, gün içinde binlerce kez yaptığı göz kırpma hareketi sayesinde sağlanır. Bu kapakçıklar adeta otomatik bir makina gibi durup dinlenmek bilmeden, insanın hayatı boyunca bu işlemi tekrarlarlar. Buradaki yaratılış mucizelerinden biri, göz kırpma işleminin insanın iradesi dışında gerçekleşmesi ve bu şekilde insanın kendi kontrolüne bırakılmamış olmasıdır.

Oysa Cenab-ı Allah göz kırpma işlemini böylesine mükemmel bir sisteme bağlamayıp insanın kendi iradesine bıraksaydı, muhtemelen insan yanlızca gözünün içinde rahatsız edici miktarda yabancı madde biriktiğinde bunu hatırlayacaktı. İşte bu da Allah'ın üzerimizdeki gizli rahmetinin en güzel örneklerinden biridir.Gözün kaygan ve nemli olmasını sağlayan göz kapaklarının, ne kadar önemli bir görevi üstlendiklerini anlamak için üzerinde düşünmek gerekir.

Zira herhangi bir nedenle göz kırpma işlemi gerçekleşmezse üst tabaka nemlenemeyeceğinden giderek kurumaya başlayacaktır. Buna bağlı olarak temizlenemeyen göz mikrop kapacak, uzun vadede kalıcı bozukluklar meydana gelecektir. Böyle bir durumda, gözün temizleme sıvısı olmadığı ve kendi kendini de temizleyemediği için dışarıdan sürekli bir bakım uygulanması gerekecekti.

Hava ile sürekli temasta olan göz, her türlü toza, mikroba karşı korunmasız bir hale gelecek ve bu durumda insanın, Allah'ın sonsuz aklı ile yaratılmış olan göz kapaklarının üstlendiği temizleme görevini onlar kadar iyi yapması mümkün olmayacaktı. Şüphesiz böyle bir durumla karşı karşıya kalacağını düşünen insan, daha önce ne kadar büyük bir nimete sahip olduğunun şuuruna daha iyi varacaktır. Göz kapakçıklarının taktire şayan diğer bir özelliği de, küresel yapıya sahip olan gözün üstünü tamamen kaplayacak biçimde yaratılmış olmalarıdır. Öyle ki gözü ışıktan, toz zerresine kadar her türlü tehlikeden koruyan bu özel perdeler milimetrik bir boşluğa bile müsade etmeksizin onu sarmaktadırlar. Bu noktada göz ve gözkapakları arasındaki bu mükemmel uyumun hikmetinin ne olduğu merak edilecektir. Nitekim, gözün tüm yüzeyinin göz kırpma işlemi ile temizlenebilmesi için böylesine hassas bir uyumun olması şarttır. Aksi taktirde arada kalan boşluktaki yabancı maddelerin temizlenmesi imkansız olacaktır.

Elbette aklı ve vicdanı olan her insan, bu kusursuz yaratılışın sahibinin, tek ilah olan Cenab-ı Allah olduğunu görecektir.İnsanın dış dünya ile bağlantısını sağlayan ve en kıymetli organlarından biri olan gözün, çok özel bir koruyucusu daha vardır. Bu da, bir çok insanın ne işe yaradığını bile bilmediği gözyaşıdır ki, hem üstün koruma kabiliyetiyle hem de yapısındaki mucizelerle insanı hayrete düşürmektedir.

Su gibi berrak ve tertemiz olan gözyaşı, gözün mikroplardan arınmasını sağlayan oldukça güçlü bir temizleyicidir. İçinde bulunan lizozom enzimi sayesinde bir çok bakteriyi kolaylıkla parçalayabilmekte ve mikropları öldürmektedir. Dikkat edilirse burada oldukça önemli iki ayrıntı farkedilecektir. Bunlardan ilki, insan vücudunda salgılanan, birbirinden tamamen ayrı yapıda ve farklı göreve sahip bir çok enzimin olmasıdır. Mesela, pankreas bir enzim üretirken, safra kesesi bambaşka birini üretmektedir. Organların yaptıkları bu üretim hiç bir zaman birbirine karışmamakta, enzimin yapısı asla bozulmamaktadır. Durum böyleyken gözün onca enzim içinde kendini temizleme kabiliyetine sahip olan lizozom enzimini seçmiş olması elbette tesadüfe dayandırılamayacak kadar fevkalade bir olaydır.

Diğer ayrıntı ise, gözü enfeksiyonlardan koruyan bu inanılmaz sıvının, binaları temizlemek için kullanılan ve oldukça güçlü olan fenik asitten bile daha etkili olmasıdır. Burada insanı şaşırtan şey, bu güçlü dezenfektanın mikropları öldürürken göze hiçbir zarar vermemesidir. Göze zarar verebilecek milyarlarca bileşiğin oluşabilme ihtimali varken Cenab-ı Allah göz ile tam uyumlu olan bir sıvı yaratmış üstelik bu sıvı ile onu korumuştur.Lakin bilim adamları, gözyaşı üzerinde yaptıkları derin araştırmalar neticesinde onun % 98.2'sinin su olduğunu, geri kalan kısmının büyük bölümünü ise glikoz, tuzlar ve organik maddelerin oluşturduğunu ortaya çıkarmışlardır.

Gözü esas temizleyen lizozom ise gözyaşını oluşturan bu maddelere nazaran çok daha az miktardadır. Bu da, gözyaşını oluşturan tüm maddelerin oldukça hassas oranlar ve ince hesaplarla biraraya geldiğini bize göstermektedir. Kuşkusuz vücudun içine dağılmış olan bu maddelerin rastgele bu oranlarda bir araya gelip gözyaşını oluşturmaları mümkün değildir. Şüphesiz onların hepsini bir araya getiren Cenab-ı Allah, bu muhteşem yapıyla bizi kendisine hayran bırakmaktadır.

Tüm bunların yanında oldukça önemli bir nokta daha vardır ki, o da gözyaşının yeterli miktarda üretilmesinin zorunlu olmasıdır. Aksi taktirde göz ile gözkapağı arasında yeterli kayganlık oluşamamakta ve sürtünme meydana gelmektedir. Bu sürtünmenin sonucunda gözlerde oluşan kızarıklık ve yanma giderek artacak hatta bu durum uzun süre devam ederse göz, görme işlevini bile kaybedecektir. Ne var ki, gözyaşı bezleri Allah' ın insanlar üzerindeki rahmetinin çarpıcı bir göstergesi olarak gerekli üretimi aksatmadan yapmakta, üstelik olağanüstü durumlarda hemen ayar yaparak gözü korumaktadır. Aniden hızla esen bir rüzgar veya göze kaçan bir toz karşısında gözyaşı bezleri alarma geçmekte ve üretim miktarını arttırarak hemen gözü temizlemeye çalışmaktadırlar. Gözyaşı bezlerinde böylesine hassas bir kontrol mekanizmasının olması kuşkusuz gözardı edilecek bir özellik değildir. Çünkü gözyaşı bezinin göze yabancı bir madde girdiğinden ve onu temizlemek için gözyaşı üretimini arttırması gerektiğinden haberi bile yoktur.

O sadece Allah'ın ilhamıyla kendine verilen bu önemli görevi yerine getirmektedir.Son derece estetik bir görünüme sahip olan gözün böylesine ihtimamla korunmasının sağlanması elbette bu nimetin farkında olan herkesin şükrünü ve Rabbine düşkünlüğünü arttıracaktır. Ayrıca yaratılıştaki bu hikmetleri teker teker ortaya çıkarmak, kalpleri duyarlılıktan yoksun olanları Rablerine yakınlaştırmaya vesile olması açısından güzel bir ibadet olacaktır.

Tek Bir Bakteri Bile …

Son bir kaç senedir canlıların genleri üzerinde yapılan araştırmalar yeni bir bilim alanının doğmasına neden oldu. Bu yeni uzmanlık sahasının adı, "karşılaştırmalı gen bilimi” (comparative genomics). Bu alanda araştırma yapan bilim adamlarının amacı, çeşitli organizmaların yapılarını inceleyerek genlerinde taşıdıkları sırları ortaya çıkarmak.


Karşılaştırmalı gen biliminin gün ışığına çıkardığı gerçekler, düşünen her insanı, üstün bir Yaratıcı’nın apaçık varlığına götürmektedir. Özellikle son yıllarda bilimde yaşanan gelişmeler Allah’tan başka ilah edinenlerin ve onun varlığını reddedenlerin ne denli büyük bir yanılgı içinde olduklarını bir kez daha teyid etmektedir. Bu bilim dalının konusu olan canlıların, gen dizilimi, bir canlının oluşabilmesinin tesadüflerle açıklanamayacak kadar kompleks olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir.


Bundan 10-20 sene önce okul kitaplarında yaşamın, bitki ve hayvanlar dünyası olmak üzere ikiye ayrıldığı yazmaktaydı. Oysa günümüzde, bilim adamları bitkileri, hayvanları ve mantar türündeki canlı varlıkları; ökaryot, bakteri dünyasını da; prokaryot olmak üzere iki bölümde inceliyorlar. Özellikle mikroskop altında görülebilen prokaryotların yani bakterilerin gen yapıları üzerinde sürdürülen araştırmalar, mikroskopik dünyada da Allah’ın varlığının delillerini ortaya koyuyor.


Yapılan araştırmalar sonucunda Haemophilus influenza isimli bakteride 1,700 gen bulunurken, Mycoplasma genitalium da bugüne görülen en az gen sayısı olan 470 genin bulunduğu saptanmıştır. ABD’deki Biyoteknoloji Enformasyonu Ulusal Merkezi’nden Arcady Mushegian ve Eugen Koonin yaptıkları açıklamada hangi tür olursa olsun, temel hücre fonksiyonlarının yerine getirilebilmesi için 240 genin olması gerektiğini belirtiyorlar. Ayrıca hücrenin hayatta kalması için 22 tane hayati enzim fonksiyonuna ve buna ek olarak, her bakteriye has olmak üzere beslenme adaptasyonunu sağlayan 6 tane gen bulunması gerekmektedir. Sonuç olarak, bir bakteride minimum seviyedeki hücre fonksiyonunu ve üremeyi sağlamak için 256 gene ihtiyaç vardır.


Araştırmanın ilerleyen safhalarında Mushegian and Koonin yaptıkları ilk hesap sonucunda buldukları 256 genin, bakterinin bütün yaşamsal fonksiyonlarını karşılayamadığını farketmişlerdir. Örneğin, bakteri asalak olarak yaşayabileceği uygun bir canlı bulmak zorundaydı, ayrıca türlerin hayatta kalabilmesi için bazı genlerin daha fazla olması gerekiyordu.

Bu şartların yerine getirilebilmesi için gereken genler de göz önünde bulundurulduğunda, herhangi bir bakterinin sahip olması gereken gen sayısı 256’yı aşıyordu. Bu rakam elbette sadece bakteriler için geçerlidir. Bu sayının insanlar ve diğer canlılar için çok daha fazla olacağı şüphe götürmez bir gerçek.


Bu araţtırmanın ortaya çıkardığı gerçek son derece açıktır: En basit bakteriler bile, sanıldığı gibi basit bir yapıya sahip değildirler. Bir bakterinin oluşabilmesi için çok fazla sayıda genin aynı anda biraraya gelmesi gerekmektedir. Kuşkusuz ayrı ayrı yerlerde tesadüfen oluşmuş yüzlerce genin (en az) bir gün yine tesadüfen biraraya gelip yeni bir yapı oluşturduklarını; üstelik oluşturdukarı bu yapıyı “canlandırdıklarını” iddia etmek son derece anlamsızdır. Nitekim bugün evrimcilerin kesin olarak çıkmazda oldukları bir konu da; iddia ettikleri gibi inorganik moleküllerden kompleks ve bilgi dolu bir canlının nasıl türediğidir.


Yukarıda verilen bakteri örneğinde olduğu gibi en basit canlının evrim mekanizmaları içinde sahip olduğu genetik bilgiyi aşama aşama nasıl kazandığını gösteren hiçbir delil yoktur.

Mutasyonların çoğunun organizmayı olumsuz yönde değiştirdiği bilinmektedir. Bakterileri antibiyotiklere ya da böcekleri zehire karşı karşı dayanıklı kılan noktasal mutasyonların varlıgı bilinmektedir. Olumlu gözükmelerine rağmen, DNA’nın yapısında yaşanan bu değişiklikler, proteinlerin özelliklerini yok ederek gendeki bilgileri azaltmaktadır. Ayrıca ek hiçbir veri katmamakta, moleküler anlamda canlıya bir yetenek kazandırmamaktadırlar. Dolayısıyla makro düzeyde bir evrim sürecini başlatmış ya da sürdürmüş olmaları mümkün değildir.


Tüm bu bilgilerin ışığında, Mushegian and Koonin’in çalışmaları değerlendirildiğinde çok önemli bir sonuca ulaşılır: yaptıkları araştırmanın, evrenin Allah tarafından yaratıldığını reddeden bilim adamı ve düşünürlerin iddiası olan “kendi kendine var olma” tezini sarstığı. Bilim adamı olsun olmasın, evrenin ve içindeki canlıların kendi kendilerine, üstün ve gücü herşeye yeten bir Yaratıcı olmaksızın yaratıldığını savunanların şu noktaları aydınlatması gerekmektedir:


Bilinci olmayan bir bakteri, minimum 256 geni ve buna ek olarak canlılığın devam etmesi için gereken diğer bütün kimyasal bileşikleri ve yapıları nasıl biraraya getirebilmektedir?


Temelde cansız atomlardan meydana gelen bir bakteri, organik olmayan bir işlem sonucu nasıl bir canlı haline gelebilmektedir?


İnsanlık tarihi boyunca Allah’ın varlığını kabullenmek istemeyenler, dine alternatif fikir akımları yaratarak, varoluşumuza dair soruları cevaplamaya çalışmışlardır. Bu bazen materyalizm gibi siyasal bir ideoloji; bazen varoluşçuluk gibi felsefe ve edebiyatı derinden etkileyen bir akım; bazen de bilim adına çıkarak dünyanın siyasi ve düşünsel hayatını da etkileyen evrim teorisi olmuştur. Ancak hepsinin özünde yatan amaç, biraz önce de belirttiğimiz gibi birdir; Üstün bir Yaratıcı’nın varlığını ve O’na kulluk etmeyi reddetmek.


Kuran’da geçen bir kıssada Hz. İbrahim (A.S.), yaşadığı toplumun Allah’a kulluk etmek yerine inanmayı yeğledikleri ilahlarını yerle bir edince, inkar edenlerle Hz. İbrahim arasında geçen bir konuşma, tüm tanrıtanımaz felsefelerin, akımların özünü göstermektedir.


Dediler ki: “Ey ibrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?” “Hayır” dedi. “Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin.” Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; “Gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz (biziz)” dediler. Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: “Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin.” Dedi ki: “O halde, Allah’ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz?” (Enbiya Suresi, 62-66)


Tüm evrenin tek sahibinin Allah olduğunu, ateizmi savunanlar da gayet iyi bilmektedirler. Bakterileri oluşturan minimum 256 genin ve diğer kimyasal bileşenlerin tesadüf eseri biraraya gelemeyeceklerini, üstelik cansız atomlardan canlı olan ve son derece bilinçli bir şekilde hareket eden bakterilerin ya da diğer canlıların oluşamayacağının farkındadırlar. Ayette de belirtildiği gibi inkar edenlerin vicdanları gerçeği kendilerine söylemektedir. Ancak, aynı Hz. İbrahim’e başkaldıranlar gibi, inkar etmeye devam etmekte ve felsefelerini sonuna kadar savunmaktadırlar.


Yüzlerce yıldır süregelen inananlarla inanmayanlar arasındaki bu mücadele günümüzde de evrim teorisi başta olmak üzere çeşitli felsefelerle kendisini ifade etmektedir. Ancak inkar edenlerin bir bakteriyi oluşturan genlerin rastlantı eseri biraraya geldiğini savunmaları ya da evrenin kendi kendine oluştuğunu iddia etmeleri, aslında kendilerinin de çok iyi bildiği kesin olan gerçeği değiştirmemektedir:


Allah vardır, O göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan herşeyin Yaratıcısı’dır...

Yaratılış Delili; Kuş Tüyleri

Allah’ın yarattıklarını düşünen, inceleyen herkes çok büyük güzellikler, incelikler, detayına indikçe artan mucizevi özellikler görecek; karşılaştığı bu mükemmel düzen ve karmaşık yapılar karşısında hayranlık duyacaktır. Bilim tarihi, bu tür araştırmalar yapan kişilerin keşfettikleri her detayda aldıkları zevke, duydukları hayranlığa şahittir. Her canlının görünüşü, yaşam şekli, tavrı Allah’ın yaratışındaki üstünlüklerle doludur. Varlıkların yapılarının detayına inildikçe çok daha girift, çok daha inceliklerle, çok daha üstün akıl örnekleriyle karşılaşmak mümkündür. Görmeye çok alıştığınız, sizin için sıradan görülebilen bir yapının detayı mucizelerle dolu olabilir.

Kuşların tüyleri de herkesin sık sık gördüğü, ama belki de üzerinde pek düşünmediği bu detaylardan biridir. Kuşların bedenlerinin detaylarında büyük bir sanat ve tahminimizden daha çok işlevi olan özellikler bulunmaktadır.

Tüyler sadece kuşlara has yapılardır. Keratin ismi verilen bir maddeden oluşurlar. Keratin, derinin alt tabakalarındaki yaşlı hücrelerin besin ve oksijen kaynaklarından uzaklaşarak ölmeleri ve yerlerini genç hücrelere terketmeleri sonucunda oluşan sert ve dayanıklı bir maddedir.

Tüylerin kaynağına indiğimizde ise kuşun derisi ile karşılaşırız. Deri üzerinde tüyleri besleyen küçük bölmeler vardır. Bu bölmelerin içinde boş bir silindirimsi parça ve hemen altında da tüylerin gelişmesini sağlayan kan damarları bulunur. Tüyler, gelişmeyi tamamladıktan sonra, kan dolaşımı ve beslenmeye ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla kuş tüyü, kan tedarikiyle yaşayan bir dokudur. Nitekim her tüyün yaşamını sürdürmesi için özel bölmesi hazırdır.

Tüylerin yapısı incelendiğinde, kuşların uçmasını sağlayan karmaşık bir sistemle karşılaşırız. Bu sistemler kuş tüyüne aerodinamik özelliği kazandırırlar. Tüylerin etrafında yüzlerce küçük tüycük bulunmaktadır. Bu tüycükler çok ince çengel biçimindeki çıkıntılarla birbirlerine takılıp son derece düzenli bir ağ kurar ve fermuar görüntüsünü alırlar. Bu şekilde kanat yukarı çıkarken hava geçiren, kanat aşağı inerken hava geçirmeyen sistem sayesinde yükselme ve havada tutunma sağlanır. Bilim adamları buna kilit sistemi adını vermektedir. Bu sayede kuşlar uçuş sırasında fazla enerji harcamazlar ve rüzgardan en iyi şekilde faydalanırlar. Bu kilit (fermuar) sistemini bir hayvanın zamanla ve rastgele mutasyonlarla yardımıyla bulduğunu iddia etmek imkansızdır. Çünkü bu basit bir mekanizma değildir, aksine mühendislik gerektiren, birçok fizik kanununun bilinmesi ile oluşabilecek bir yapıdır. Evrimcilerin, kuş kanatlarını ve tüylerini kesinlikle gündeme getirmekten kaçınmalarının nedeni detaylar görüldükçe daha da iyi anlaşılmaktadır. Tüyler ancak yaratılışın eseri olabilirler.

Tüylerin bir özelliği de kanatlar kapandığı zaman, kuş havada süzülürken, delikler ve aralıklar bırakmayacak şekilde üst üste binmesidir. Kuş, kanatlarını çırptığı zaman, hava tüylerin arasından kayar. Kancalar herhangi bir şekilde birbirinden ayrılsa bile, kuşun bir silkinmesi veya gagasıyla tüylerini düzeltmesi yeterli olur.

Kuşun bu üstün tüy sistemi, vücudundaki tüm tüylerde aynı özellikleri göstermez. Karnındaki tüyle, kanat ve kuyruk tüyleri birbirinin aynı değildir. Büyük tüylerden meydana gelen kuyruk tüyleri, dümen ve fren görevini yerine getirirken, kanat tüyleri ise, kuşun kanat çırpması esnasında açılarak yüzeyi genişletecek ve kaldırma kuvvetini arttıracak şekildedir. Her bir tüy kendi görevini bilmektedir. Kuşkusuz tesadüfler sonucu ve rastgele oluşan tüylerin fizik kanunlarını bu kadar iyi bildiklerini ve kendilerini bu kanunlara göre geliştirdiklerini iddia etmek, sağduyu sahibi bir kişi tarafından kabul edilebilecek bir şey değildir. Sağduyu bu tüylerin ancak üstün bir Yaratıcı tarafından yaratıldıklarını kabul edebilir.

Tüylerin bir diğer özelliği ise kuşu nemden ve kirden korumasıdır. Ayrıca bedenindeki ısı ayarlaması için ayrı ayrı vazifeler görürler. Altta yer alan tüyler izolasyon yaparak ısıyı korur, hatta bazıları su geçirmezdir. Görüntü itibariyle son derece zayıf göünen bu su geçirmez tüyler, uçmak için çok yüksek derecede ısıya ihtiyacı olan kuşların bedeni sararak ısıtır.

Tüylerin bakımı için dikkatli bir temizlik, düzenleme ve yağlama gerekmektedir. Çoğu kuşun kuyruk tüylerinin altında bulunan salgı bezleri yağ içerir. Gagaları ile aldıkları yağı, tüylerinin temizliğinde kullanan kuşlar, bu sayede tüylerinin esnekliğini korur, su geçirmesini ve bu yağın dezenfektan özeliği sayesinde bakteri ile mantar üremesini engeller. Bunların hepsi bir kuşun yaşayabilmesi, uçabilmesi, korunabilmesi için gereken özellikleridr. Hiçbiri tesadüflerle oluşamaz.

Zira tesadüfler mükemmellik, eksiksizlik meydana getiremez. Tesadüfler ihtiyaçları karşılar nitelikte olamaz. Bunların hepsi ince bir planla ve üstün bir akılla oluşturulabilir.

“Göğün boşluğunda boyun eğdirilmiş kuşları görmüyorlar mı? Onları (böyle boşlukta) Allah’tan başkası tutmuyor. Şüphesiz, iman eden bir topluluk için bunda ayetler vardır.” (Nahl Suresi, 79)
Evrimciler ise tüylerin tesadüfler sonucu, rastgele mutasyonlarla meydana geldiğini iddia ederler. Onlara göre dinozorların üzerindeki pullar mutasyonlar sonucunda tüylere dönüşmüştür. Mutasyonla böyle mükemmel bir yapının oluşması imkansızdır. Ayrıca pulların tüylere dönüşmesi hiçbir şekilde mümkün değildir; çünkü tüyler ve pullar çok ayrı yapılardır. Kimyasal yapıları, büyüme mekanizmaları, fonksiyonları, gelişme yapıları gibi birçok özellikleri birbirinden çok farklıdır.

Herşeyden önce fosil kayıtları da böyle bir geçişin olmadığını kantılamaktadır; eğer pullu sürüngenler tüylü kuşlara dönüştülerse, arada bu dönüşü gösteren yarı pullu yarı tüylü, yarı kuş yarı sürüngen yaratıkların bulunması gerekirdi. Bugüne kadar 200 çeşit kuşun milyonlarca fosili bulunduğu halde, pullu sürüngenlerin pullarının tüylere dönüştüğünü gösteren bir tek ara geçiş formu bile bulunamamıştır.

Bu, evrimcilerin de gayet iyi bildiği bir gerçektir. Ünlü omurgalı paleontoloğu ve evrimci Profesör Stahl bu konuda şöyle demiştir:

“Tüylerin karmaşık yapısından anlaşıldığı gibi, sürüngen pulundan değişimleri için çok uzun bir süreye ihtiyaç var ve arada çok fazla ara yapı bulunması gerekir... Pul ile tüy arasında geçişi sağlayan hiçbir ara yapı bilinmemektedir... Bugüne kadar fosil kayıtları böyle bir tahmini doğrulamamıştır” (Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, sf. 349-350)

Nitekim evrimcilerin böyle bir ara geçişi gösterecek fosil kayıtlarını bulmaları imkansızdır. Çünkü Allah kuşları en baştan kuş olarak yaratmıştır. Onları ilk yaratılışta en mükemmel halleriyle, tüylerindeki, kanatlarındaki detaylarla, fizik kanunlarına, doğa şartlarına olan uyumlarıyla birlikte “Ol” demesiyle var etmiştir. Tüylerde görülen her detay O’nun sonsuz aklının, örneksiz yaratmasının bir delilidir. Allah’a kesin bilgiyle iman edenler için O’nun varlığına yeryüzünde birçok delil vardır. Allah, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratmıştır.

Ancak bunca açık delile rağmen, bir kısım insanların Allah’ın varlığını inkar edebilecekleri de Kuran’ın birçok ayetinde bildirilmektedir. Unutulmamalıdır ki, çevrelerindeki her detayda var olan yaratılış delillerine karşı kör kalmayı tercih eden bu insanlar apaçık cahillerdir. Kuran’da bu insanlarla ilgili olarak şöyle söylenmektedir:

“Gerçek ţu ki, biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah'ın dilediği dışında- yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar.” (Enam Suresi, 111)