19 Kasım 2010 Cuma

İnsan ömrü herşeyi sığdıracak kadar uzun değildir, bu nedenle insan her işinde Allah'ın rızasının en fazlasına ve en aciliyetli olana yönelmelidir

İnsanın, hayatı boyunca vakit ayırdığı uyku, yemek, temizlik gibi kişisel ihtiyaçlarını çıkardığımızda, geriye ömründen çok az bir vakit kaldığını görürüz. İnsanların “tüm hayatım”, “hayatım boyunca” gibi ifadelerle bahsettikleri hayatları, gerçekçi bir gözle bakıldığında birkaç on seneden ibarettir. Zaman büyük bir hızla akıp geçmekte ve insan yaşadığı her saniye ölümüne biraz daha yaklaşmaktadır. Ancak insanların büyük bir çoğunluğu bu önemli gerçeğin şuuruna varamadan kısacık ömürlerini tüketirler.

Allah’tan korkan ihlas sahibi Müslümanlar ise dünya hayatının geçiciliğinin, gerçek ve asıl hayatın ahiret olduğunun bilinciyle, Allah’ın kendilerinden razı olmasını umarak yaşarlar. Hayatlarına bakıldığında önceliklerinin daima Müslümanların mutluluğu, refahı, huzuru, Kuran ahlakının dünyaya yayılması, dünya üzerinden zulmün tamamen kalkması için harcadıkları çabayı sürekli artırmak olduğu görülür.

“Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın; sonunda O'na varacaksın.” (İnşikak Suresi, 6)

Şeytan hileli taktikler kullanarak bazı Müslümanları “Kuran ahlakının yayılması için gösterecekleri çabadan” alıkoymaya çalışır. Samimi olan Müslümanların, nefsin bu kandırma yöntemlerine karşı uyanık ve dikkatli olmaları gerekmektedir.

Şeytanın, böyle insanları engellemede, ağır davrandırtmada en sık kullandığı yöntemlerden birisi, ‘yapabileceği güzel ve hayırlı işleri erteletmesi’dir. Bu erteletmeyi sağlarken de kendince inandırıcı gibi görünen mazeretlerle ortaya çıkar. Örneğin bunlardan biri, “Önce kendi bilgini arttır, kendini geliştir, kendini geliştirdikten sonra daha iyi hizmet edersin” mantığıdır. Oysa ki insanın kendisini geliştirmesinin, öğrenilecek bilginin sonu yoktur. Kendini geliştirme, her konuda bilgide daha da derinleşme insanın hayatı boyunca devam edecek bir süreçtir. Ve insan ömrü son derece kısadır. İnsan tek yönlü olarak, sadece kendisini geliştirmeye odaklı bir hayat yaşarsa, bu durumda Kuran ahlakının yayılması için yapacağı fikri mücadele için ne zamanı ne de enerjisi kalmayacaktır. Burada göz ardı edilmemesi gereken önemli nokta; kişinin kendisini geliştirirken diğer yandan da hizmet edip, dini tebliğ edebileceği, Kuran’ı anlatabileceği, insanların hidayetine vesile olacağını umduğu hayırlı işler yapabileceğidir.

Allah Kuran'da müminlerin bu sorumluluğunu şöyle bildirmiştir:

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına mücadele etmiyorsunuz?”(Nisa Suresi, 75)

İnsan hayatına çok fazla şeyi sığdırmak ister. Örneğin iyi bir eğitim almak isteyebilir. Ancak eğitimin ve ihtisas yapmanın da bir sınırı yoktur; kişi bir üniversite bitirebilir, sonrasında da ikinci üniversiteyi okumak, sonrasında yüksek lisans yapmak isteyebilir. Böyle bir bakış açısında, her zaman için mevcut durumdan çok daha iyisi olabilecektir. Elbetteki insanın bir konuda en iyisini hedeflemesi ve bu yönde çaba sarf etmesi güzel bir erdemdir.

Ancak insan, dünya hayatına dair herşeyin, Allah'ın rızasını kazanmak için yalnızca birer araç olduğunu hiçbir zaman için unutmamalıdır. Dolayısıyla böyle bir durumda da hiçbir zaman için nefsinin, ”Önce kariyer sahibi ol, iyi bir kariyerin olursa daha etkili olursun” gibi mantıklarla, kendisini asıl amacından uzaklaştırmasına izin vermemelidir. Müslüman, öncelikli ve Allah'ın rızasına en uygun olanı tespit edebilmeli ve şeytanın hayırlı bir çalışmayı bu tarz bahanelerle erteletmesine göz yummamalıdır.

Müslümanın hayatının her alanında bu seçimi yaparken en önemli yol göstericilerinden birisi vicdanının sesidir. Vicdanının sesini dinlediğinde, vicdanı ona Allah’ın kendisinden en hoşnut olacağı yolları gösterecektir.

Örneğin insanın gözünün önünde birisi denizde boğuluyorken, kişinin “Gidip biraz daha yüzeyim, birkaç yarışmaya katılıp tecrübe kazanayım, ondan sonra gelip kurtarırım” demesi ne kadar akıl dışıysa; Müslümanların dünyanın bir çok yerinde yaşadığı zulüm ve acıya rağmen, insanın önceliği kendi hayatındaki araçlara vermesi, akıl ve vicdana yakışmayan bir tavırdır.

İçinde bulunduğumuz dönem, Türk-İslam Birliği’nin yoğun bir şekilde anlatılması, insanların İslam’ın güzelliğine, Kuran ahlakının mükemmelliğine davet edilmesi için ciddi bir çaba harcanması gereken çok kıymetli bir dönemdir. Nasıl ki bir ev yanıyorken insanın, “Ben önce gidip yangın söndürme yöntemleri ile ilgili birkaç kitap okuyayım, biraz araştırma yapayım” demesi büyük bir gaflet olursa, böyle bir durumda da önceliği aciliyetin olmayan konulara vermek aynı şekilde büyük bir hata olur.

Dolayısıyla samimi olan Müslümanların vicdanlarının sesini dinleyerek, dünyada yaşanan zulme seyirci kalmamaları, bu zulmün ortadan kalkması için –Allah’ın izniyle- güçlerinin yettiği en son noktada, maddi ve manevi olarak ellerinden gelen çabanın en fazlasını göstermeleri gerekmektedir.

“Kim de ahireti ister ve bir mü'min olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır.” (İsra Suresi 19)

Penguenleri donmaktan koruyan mükemmel sistemde Allah'ın sonsuz aklını görüyoruz

Neden soğuk havalarda ilk önce ellerin ve ayakların üşüdüğünü biliyor muydunuz? Bunun nedeni, kanın hayati organları sıcak tutmak için ayaklardan ve ellerden çekilmeye başlamasıdır. Burada dolaşım sistemimizin aldığı mucizevi bir tedbir ile karşı karşıyayız. Bu tedbirin bir benzeri de penguenlerde vardır. Hayatları buz üzerinde geçen penguenlerin ayakları nasıl oluyor da buz üstünde donmuyor hiç düşündünüz mü? Bunun cevabı penguenlerin sahip oldukları kontrollü kan akışında gizlidir. Penguenlerin vücutlarının büyük bölümü, sahip olduğu su geçirmez tüyleri sayesinde soğuktan korunur. Derilerinin altında bulunan kalın yağ tabakası ve tüyler, birlikte son derece iyi bir ısı izolasyonu sağlar. Hatta biraz güneşli bir günde penguen, karlar üzerinde bulunmasına rağmen aşırı ısınabilir.

Bu noktada Allah’ın penguenlerin vücudunda yarattığı ikinci bir mucizevi tedbir ile karşılaşıyoruz. Penguenlerin yaşamlarını sürdürebilmesi için vücutlarında aşırı ısınmayı engellemeye yönelik özel sistemler vardır. Çıplak olan gagaları ve ayakları ısı kaybına izin verirler ve böylece vücutlarının sabit bir sıcaklıkta kalmasını sağlarlar. Penguenlerin bacaklarında bulunan belirli atardamarlar, ayak ısılarına göre kan akışını ayarlayabilmektedir. Burada atardamarların üstlendiği önemli bir görev vardır. Bu atardamarlar ayaklara donmayacağı, yaşamını rahatça sürdürebileceği kadar kan göndermektedir. Yani çok hassas bir hesaplama söz konusudur. Ayaklara sadece “donma noktasından birkaç derece yüksekte tutulmasına yetecek kadar” kan gönderilmesi, çok ince ve hassas bir hesaplama yapıldığının delilidir. Bu ince hesaplama sayesinde penguenlerin ayakları donmaktan korunur.

Penguenlerin içinde bulundukları koşulları yaratan, vücutlarını soğuğa karşı bu denli tedbirli var eden, hayatlarını, hiç zarar görmeyecekleri şekilde kolaylaştıran, hiç kimsenin düşünemeyeceği bu mükemmel sistemi vücutlarında oluşturan; sonsuz akıl, merhamet ve şefkat sahibi olan Yüce Rabbimiz Allah’tır.

O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)

17 Eylül 2010 Cuma

BU ÇOCUK SİZİN ÇOCUĞUNUZDA OLABİLİRDİ



Bu resimlere bakmamak hiçbir şeye çözüm degil. Allah'ın Türk İslam Birliği'ni biran önce nasip etmesi için dua ediyorum.

TÜRK İSLAM BİRLİĞİ İÇİN HALA BEKLEMEK GEREKTİĞİNİ Mİ DÜŞÜNÜYORSUNUZ?



Tüm dünyada Müslümanların akıtılan kanlarının, zulüm görmelerinin en önemli nedeni Müslümanların parçalanmışlığıdır. İnsanlar Allah’a itaat etmediklerinde sürekli bozgun olur ve sürekli ezilirler. Özellikle son dönemlerde Müslümanlar sürekli ezilmekteler; çünkü darmadağınıktırlar ve bu dağınıklığı makul görmektedirler.

Katliamların, acıların hiçbiri yeni değildir. Özellikle son dönemde yaşanan olaylar, İslam dünyasının birlik olarak manevi bir lider önderliğinde hareket etmesine, tüm dünyanın huzur ve barışı için büyük bir ihtiyaç olduğunu göstermiştir.

“İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (Enfal Suresi, 73) ayeti hükmü gereği Müslümanların birlik olması şarttır. Müslüman alemi Allah'ın bu buyruğuna uyup birlik olmadığı sürece, dünyanın dört yanında yaşanan acıların, katliamların, sıkıntıların ve çilelerin süreceği açıktır. (Doğrusunu Rabb'im bilir.) .

Dünyanın farklı bölgelerinde Filistin'de, Doğu Türkistan'da, Kırım'da, Irak'ta, Afganistan ve Pakistan'da Müslümanlara büyük acılar yaşatan deccalî fitnenin son bulması, sadece Müslüman aleminde değil tüm dünyada barışın sağlanması ancak Müslümanların birleşmesi ile mümkündür. Bu acil durum göz önündeyken, birleşmenin imkansız olduğunu düşünenler, bu birlik için çaba göstermeyenler, yapılan çalışmaları desteklemeyenler büyük vebal altına girerler. Unutmayalım ki zulme rıza göstermek de zulümdür. Fiili çaba içerisinde olamayan Müslüman, bu birliğin kurulması için dua edebilir. Aksi halde akan kandan, yıkılan evden, açlık ve yokluk içinde yaşayan ya da şehit olan her insandan sorumlu olur.

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına cehd etmiyorsunuz (çaba harcamıyorsunuz)?” (Nisa Suresi, 75)

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Kuran'ın Bilimsel Mucizelerinden: 'Nefes Alan Sabah'

“Kararmaya ilk başladığı zaman, geceye andolsun, ve nefes almaya başladığı zaman, sabaha;” (Tekvir Suresi, 17-18),

Soluduğumuz hava, % 77 azot, % 21 oksijen ve % 1 oranında karbondioksit ve argon gibi gazların karışımından oluşan son derece hassas dengelere sahiptir. Ancak bu son derece hassas dengeler üzerine kurulu dünya atmosferi, hidrokarbonlar adı verilen kimyasallar tarafından kirletilir. Bunlar ağaç ve fosil yakıtlar gibi maddelerin yanmasıyla ortaya çıkar. Ancak havada oluşan bu kirleticiler, Yüce Allah’ın yarattığı özel yöntemlerle temizlenir. Bu yöntemlerden biri de Kuran-ı Kerim’de bildirilen fotosentez işlemidir.

Bilindiği gibi bitkiler fotosentez yaparken, havadaki karbondioksiti yani insanın kullanmadığı zararlı gazı alır ve onun yerine atmosfere oksijen bırakırlar. Nefes aldığımızda içimize çektiğimiz ve asıl hayat kaynağımız olan oksijen, fotosentezin ana ürünüdür. Atmosferdeki oksijenin yaklaşık %30’u karadaki bitkiler tarafından üretilirken, geri kalan % 70’lik bölüm denizlerde ve okyanuslarda bulunan ve fotosentez yapabilen bitkiler ve tek hücreli canlılar tarafından üretilir.

Fotosentez, bilim adamlarının bugün bile tam olarak açıklayamadıkları eşsiz bir süreçtir. Bu işlemi çıplak gözle göremeyiz, çünkü bu mekanizma çalışmak için atomları ve molekülleri kullanır. Ancak, fotosentezin sonuçlarını nefes almamızı sağlayan oksijen ve hayatta kalmamızı sağlayan besinlerde görebiliriz. Fotosentez anlaşılması zor kimyasal formüller, günlük hayatta hiç karşılaşmadığımız küçüklükte sayı ve ağırlık birimleri içeren, çok hassas dengeler üzerine kurulmuş bir sistemdir. Etrafımızdaki bütün yeşil bitkilerde, bu işlemin gerçekleştiği kimya laboratuvarlarından trilyonlarcası kuruludur. Üstelik bitkiler milyonlarca yıldır hiç durmadan ihtiyacımız olan oksijeni, besinleri ve enerjiyi üretmektedirler.

Fotosentezin en verimli olduğu zaman, oksijenin en fazla üretildiği zamandır. Bu da güneş ışığının en yoğun olduğu sabah saatlerinde gerçekleşir. Güneş’in doğmasıyla birlikte, yaprakta terleme ve buna bağlı olarak fotosentez artmaya başlar. Öğleden sonra ise bu olay tersine döner; yani fotosentez yavaşlar, solunum artar, çünkü sıcaklığın artmasıyla birlikte terleme de hızlanmaktadır. Geceleyin ise sıcaklığın azalmasıyla birlikte terleme yavaşlar ve bitki rahatlar.

Tekvir Suresi’nde sabah vakti ile ilgili olarak dikkat çekilen “iza teneffese” yani “nefes almaya başladığı zaman” ifadesi, mecaz yoluyla teneffüs etmek, solumak, derin derin nefes almak anlamlarına gelir. Ayette vurgulanan bu ifade, sabah vakti oksijen üretiminin başlaması, solunumun ana şartı olan oksijenin en yoğun olarak bu vakitte elde edilmesi açısından oldukça dikkat çekicidir. Ayette sabah vakti ile ilgili olarak, bu durum üzerine yemin edilmesi de konunun önemini ayrıca vurgulamaktadır. 20. yüzyılın önemli keşifleri arasında yer alan fotosentez faaliyeti, Allah’ın yukarıdaki ayetle işaret ettiği Kuran’ın bilimsel mucizelerinden biridir.

“Kararmaya ilk başladığı zaman, geceye andolsun, ve nefes almaya başladığı zaman, sabaha;” (Tekvir Suresi, 17-18)

HAVAYI TEMİZLEYEN DİĞER ÖZEL FİLTRE SİSTEMLERİ NELERDİR?

Atmosferdeki Su Damlacıklarının Yeryüzüne Düşmesi:

Atmosfere yayılan kükürt dioksit ve azot dioksit gazları, çeşitli kimyasal dönüşümlerden geçtikten sonra bulutlardaki su damlacıkları tarafından emilir. Daha sonra bu damlacıklar yeryüzüne yağmur, kar gibi yollarla düşerek tekrar toprağa karışırlar. Ancak bu işlem sırasında havayı da temizlemiş olurlar. Yağmur yağdıktan sonra havanın tertemiz ve taptaze kokmasının nedeni de işte budur. Yağmur tanelerinin havadaki tüm tozları tutması ve toprağa indirmesi…

Güneş Enerjisinin Havayı Temizlemesi:

Bazı doğal kimyasallar, güneş ışığı ile reaksiyona girerek birtakım maddeler üretirler. Bu maddeler havayı sisten ve kirletici parçacıklardan temizler. Güneş’ten enerji emen bu kimyevi maddeler, sis ve diğer kirletici partikülleri parçalayıp onları zararsız moleküller haline getirerek, havayı temizler. Burada ilginç olan nokta, güneş ışınlarının sadece canlıların nefes almasını zorlaştıran zararlı parçacıkları moleküllere ayırarak parçalaması, yararlı kimyasallara ise hiçbir zarar vermemesidir. Kuşkusuz bu durum üstün akıl sahibi Yüce Allah’ın insanlara bahşettiği nimetlerden sadece biridir.

“Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.” (İbrahim Suresi, 34)

Hidroksil İyonunun (OH) Havayı Temizlemesi:

OH radikalleri atmosferde doğal yollardan oluşan kimyasalların güneş ışığını emmesi ve yayması sırasında oluşurlar.

Atmosferin deterjanları da denilen OH iyonları, hidrokarbon radikalleri kimyasal olarak zararsız parçalar haline getirerek hava kirini parçalar ve zehirli atmosfer gazlarının oluşmasını engellerler.

Bilim adamları sürekli olarak üretilen ve yaklaşık bir saniye yaşayabilen OH radikallerini üreten kaynakların neler olduğunu ise henüz bulamamışlardır.

Bizler atmosferimizi temizleyen radikallerin nasıl üretildiklerini dahi henüz bilmezken Yüce Allah’ın kurduğu mükemmel düzen bu radikalleri üretmekte ve havanın temizlenmesini sağlamaktadır. Yüce Allah yaratma sanatını bir ayette şöyle haber vermiştir:

“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.” (Furkan Suresi, 2)

Her canlı doğduğu andan ölene kadar hiç durmadan nefes alır. Ancak nefes almak sadece havayı içine çekmek ve sonra nefes vererek dışarı bırakmaktan ibaret değildir. Bu nedenle insanın yaşamasına neden olan havanın nasıl olup da tükenmediği, bozulmadığı, kirlenmediği ve sürekli olarak tazelendiği, üzerinde düşünülmesi gereken mucizelerdir. Çünkü;

Nefes Almanın Büyük Bir Mucize Olduğunu Hiç Düşünmüş müydünüz?

Hiçbir canlının nefes almak için en ufak bir çaba göstermesine gerek yoktur. İnsanın da hem dış çevresindeki hem de bedenindeki tüm şartlar rahat nefes alabileceği şekilde yaratılmıştır.

Solunan hava, Yüce Allah’ın yarattığı her yönden mükemmel bir düzen sayesinde korunur.

Eğer bu düzende ufak bir değişiklik olsa tüm canlılığın yok olmasına kadar varabilen tehlikeli sonuçlar ortaya çıkabilir. Çünkü atmosfer yaşam için gerekli son derece özel şartlar bir araya getirilerek yaratılmış olağanüstü bir karışımdır ve kusursuz işlemektedir.

Soluduğumuz havayı temizleyici özel sistemler de atmosferdeki kusursuz düzenin bir parçasıdır. Eğer bu temizleyici sistemler olmasaydı canlılar nefes almalarına rağmen “zehirlenerek” toplu halde ölmeye başlardı. Ancak güneş ışınları, yağmur suları, OH iyonu ve bitkilerin fotosentezi gibi her biri kendi içinde kusursuz olan sistemler dünya atmosferini canlı yaşamı için özel olarak temizler.

Kuşkusuz sadece bu özellik bile dünyanın ve tüm kainatın tesadüfler sonucu ortaya çıkmış başıboş bir mekan olmadığını ispatlamak için yeterlidir. Kainat, içinde yaşadığımız dünya, dünyada canlılığı sağlayan tüm sistemler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar her detayıyla, üstün güç sahibi olan Yüce Allah tarafından yaratılmıştır.

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah’ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.” (Bakara Suresi, 164)

1 Şubat 2010 Pazartesi

KURAN'DA İHLAS;ENANİYETİ TERK ETMEK

Enaniyet, insanın Allah'ın karşısındaki aczini unutarak kibirlenmesi, diğer insanları kendinden aşağı görmesi ve büyüklük hissine kapılmasıdır. Oysa insan çok aciz bir varlıktır. Var olmak ve varlığını devam ettirebilmek için Allah'ın gücüne muhtaçtır. İnsanı yoktan var eden, ona ruh veren, barındıran, yediren, içiren, nefes aldıran ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok nimet bahşeden güç, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Bu apaçık gerçeğe rağmen insanın kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık olarak görüp, sahip olduğu özelliklerin ya da yeteneklerin kendinden kaynaklandığını sanması elbette ki çok büyük bir yanılgıdır.

Gerçekte insanın enaniyet yapabileceği, kibirlenebileceği bir durumu yoktur. Allah'ın dilediği anda insana lütfederek verdiği tüm özellikleri geri almaya kadir olması, bunun en açık kanıtıdır. Güzelliğinden, bilgi ya da becerisinden, zenginliğinden ya da toplum içerisinde elde etmiş olduğu konumundan dolayı büyüklük hissine kapılan insanların, bu özelliklerini herhangi bir sebeple yitirdiklerinde ne hale geldiklerine zaman zaman hepimiz şahit olmuşuzdur. Eğer tüm bunlar kişilerin kendilerinden kaynaklanan mutlak özellikler olmuş olsaydı, bunları yitirmeleri de hiçbir zaman için söz konusu olmazdı. Nitekim Allah insanların bu gerçeği anlayabilmeleri için dünya hayatında pek çok zorluk ve sıkıntı yaratmakta, yaşlılık, hastalık gibi pek çok acizliklerle de insanı denemektedir.

Sahip olduklarını kendisine verenin Allah olduğunu, O'nun yardımı ve desteği olmaksızın hiçbir şeye güç yetiremeyeceğini anlayan bir kimse ise, Allah'ın yaratışındaki bu hikmeti görebilmekte ve aczini anlayarak tevazulu bir ahlaka sahip olmaktadır. Bediüzzaman enaniyeti bırakmanın, ihlası kazanmada en önemli adım olduğunu da bir sözünde şu şekilde ifade eder:

"Ve hakkı, bâtılın saldırısından kurtarmak için... nefsini ve enaniyetini ve yanlış düşündüğü izzetini ve ehemniyetsiz rekabetkârane hissiyatını terk etmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder." ( Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema. s.154 )

Bu ahlakın yaşanması ihlasın kazanılabilmesi için gereklidir. Çünkü enaniyet kişinin Allah'ın razı olacağı tavırdan değil de, kendi nefsinden yana tavır göstermesine neden olur. Enaniyet insanın herkesten çok kendini sevmesi, herkesten çok kendi benliğinin sözünü dinleyip, herkesten çok kendi menfaatlerini korumasıdır. Öyle ki bu durum çoğu zaman kişi için Allah'ın rızasının, Kuran ayetlerinin ya da müminlerden gelecek olan hatırlatmaların üstünde olabilir. Çünkü büyüklenme hissine kapılan bir insan, vicdanını dışarıdan gelecek hatırlatmalara karşı da kapatmış olur. Vicdanının sesine kulak asmadığı için olaylar karşısında ihlaslı davranabilmesi de söz konusu olmaz.

Kuran'da Allah enaniyetin bu etkisine "Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o." (Bakara Suresi, 206) ayetiyle dikkat çekmiştir. Mümine asıl yakışan ise, "İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır." (Bakara Suresi, 207) ayetiyle bildirildiği gibi böyle bir durum karşısında nefsini ve enaniyetini bir kenara koyup Allah'ın rızasından yana tavır koymasıdır. Allah kendilerine gönderilen elçilere karşı büyüklenen kavimlerin uğradıkları sonu ise Kasas Suresi'nde şu şekilde bildirir:

Dedi ki: "Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. (Kasas Suresi, 78)


ENANİYETİN NELER KAYBETTİRDİĞİNİ FARK ETMEK

Enaniyetin ihlasa verdiği zararları hayatın her aşamasında görebilmek mümkündür. Diğer insanlardan daha büyük olduğu iddiasına kapılan bir insan, bu kimselerden gelecek her türlü eleştiri, uyarı ya da tavsiyeye kapalıdır. Karşı taraf kendisinin düşünemediği önemli bir konuyu hatırlatsa bile, üstünlük iddiası ağır basar ve kişi doğru olana teslim olmak yerine yanlış da olsa kendi dediğini savunur. Dolayısıyla da ihlastan uzaklaşmış, adeta nefsinin emrine girmiş olur. Oysaki böyle bir durum karşısında ihlasa uygun olan, kişinin haklı olduğu bir konuda bile karşı tarafın sözüne uyabilmesi, üstünlük sağlama arzusuna kapılmadan teslimiyet gösterebilmesidir. Bunun için gerekli olan ise öncelikle kişinin enaniyete sebep veren benlik duygusunu bir kenara bırakması, nefsini müdafaa etmekten vazgeçmesidir. Ancak o zaman Kuran ruhuna uygun bir tavır gösterebilecek ve ancak o zaman ihlasla hareket edebilecektir. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi bir sözünde enaniyetin neden olduğu bu üstünlük sağlama ve haklı çıkma hırsına yönelik en etkili çözümün 'nefse taraftar olmadan müminlerin aklına teslim olmak' olduğunu hatırlatmıştır:

Bu illetin yegane çaresi: Nefsini suçlu duruma düşürmek değil ve nefsine değil daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak. Fenn-i adab ve ilm-i münazaranın alimleri (terbiye, bilgi eğitimi ve karşılıklı konuşma ilminin alimleri) arasındaki doğruluktan, haktan ayrılmama ve bununla birlikte merhamet, adalet dairesinde hareket kaidesi olan şu: "Eğer bir mes'elenin tartışılmasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit o tartışmada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, kazanç sağlamış olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur. ( Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, s.151)

İnsanın elde ettiği başarıları kendinden bilmesi de enaniyetten kaynaklanmaktadır ve ihlası zedeleyen bir tavırdır. Oysa insanlara aklı da yeteneği de veren ancak Allah'tır. "Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara Suresi, 32)" ayetiyle hatırlatıldığı gibi insanın Allah'ın kendisine öğrettiğinin dışında hiçbir bilgisi yoktur. İnsan Allah'ın yoktan var ettiği, aciz bir varlıktır. İnsanın güç getirebildiği herşey Allah'ın kendisine ihsanda bulunmasıyla ve kuvvet vermesiyle gerçekleşmektedir. Allah'ın sınırsız aklı, sonsuz gücü ve bilgisinin yanında, aciz bir varlık olan insanın elde ettiği başarıları kendinden bilmesi büyük bir gaflet olur. Ancak ne var ki, bir kez büyüklenme iddiasına kapılan bir insan tüm bu gerçekleri bir anda unutmakta, yaptıklarından kendisine pay çıkarabilmektedir. Elde ettiği başarılarla enaniyete kapılıp ihlastan uzaklaşabilmektedir. Samimi bir mümine yakışan ise dünyanın en üstün yeteneklerine sahip, en akıllı, en mükemmel insanı da olsa asla bunları kendinden bilmemesi ve enaniyete kapılmamasıdır. Eğer sahip olduğu tüm bu nimetlere rağmen aczinin farkında olarak hareket ederse, Allah ona daha da güzel nimetler ihsan edecek ve bu ihlaslı tavrından dolayı onu rahmetine, rızasına ve cennetine kavuşturacaktır. Oysa insanların büyük bir bölümü dünya hayatının bir deneme olduğunu unutup, kendilerine bir sıkıntı isabet ettiğinde Allah'a yönelir, sonra bir nimete kavuştuklarında ise nankörlük ederler. Nimetleri kendi kabiliyetleri sayesinde elde ettiklerini, bunun kendi başarıları olduğunu düşünerek çok büyük bir yanılgıya düşerler. Allah Zümer Suresi'nde şu şekilde buyurmaktadır:

İnsana bir zarar dokunduğu zaman, Bize dua eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki: "Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi." Hayır; bu bir fitne (kendisini bir deneme)dir. Ancak çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 49)

Yine enaniyetin etkisiyle insanların sıkça içerisine düşebildikleri bir başka hata da, 'ön plana çıkma hırsı'dır. Nefis insanı hayırlı işlerde ve salih amellerde dahi rahmani olmayan bir hırsa sevk edebilmekte ve makul gibi görünen mazeretlerle insanların ihlaslarını kırmaya çalışmaktadır. Said Nursi'nin "Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır. Yoksa, "Benden ders alıp sevab kazandırsınlar" düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir." (Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.158 ) Örneği ile dikkat çektiği gibi kimi insanlar karşılaştıkları bazı işlerde, o işin en güzel şekilde yapılmasından ya da sonuç bakımından fayda vermesinden çok "bu işi yapan kişi ben olayım" mantığıyla hareket ederler. Ön plana çıkma arzusunun ve enaniyetin hakim olduğu bu davranış ihlası tamamen zedeler.

Bediüzzaman'ın "Bu sevabı ben kazanayım, bu insanlara ben doğru yolu göstereyim, benim sözümü dinlesinler." diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve gücüne ve kardeşliğine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabetkârane vaziyet alır. "Talebelerim ne için onun yanına gidiyorlar? Ne için onun kadar talebem bulunmuyor?" diye, enaniyeti oradan fırsat bulup, kötü bir huy olan makam mevki sevgisine meylettirir, ihlası kaçırır, riya kapısını açar." (Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.152) sözleriyle ifade ettiği gibi aksi bir tavırda insan mümin kardeşine karşı bir rekabet içerisine girmiş olur. Güzel bir sorumluluğa bir başkasının talip olmasını ve bunu başarıyla sonuçlandırmasını istememek, bir anlamda da onun ecir kazanmasını, ahireti için fayda getirecek güzel bir sorumluluk yüklenmesini istememek demektir. Oysaki Kuran'a ve ihlasa en uygun olan tavır, diğer inananların ahiretlerine de vesile olmak, kendisi gibi onların da Allah'ın razı olacağı işlerde bulunmalarını teşvik etmek olmalıdır.

Müslüman kendisi ne kadar salih amelde bulunmak istiyorsa, onların da aynı şekilde ecir kazanmalarını ve ahiretleri adına güzel işler yapabilmelerini istemelidir. "Bu işi yapabilecek en ehil kişi benim", "bu işi ne kadar iyi yapabileceğimi görsünler de ne kadar üstün meziyetlere sahip olduğumu daha iyi anlasınlar" ya da "bu işi ben üstleneyim ki müminlerin gözünde iyi bir prestij ve makam elde edeyim" gibi düşüncelerle hayırlı bir işi bir hırs konusu haline getirmek ihlasa uygun olmaz. Bunun yerine bu işte bir başka mümine öncelik tanıyıp, onun ne kadar üstün özelliklere sahip olduğunu ön plana çıkararak güzel ahlak göstermiş ve ihlaslı bir harekette bulunmuş olur. Bediüzzaman Said Nursi enaniyet ve ön plana çıkma hırsına çözüm olacak şöyle bir tavsiyede bulunmuştur:

"Bu mühim illetin merhemi ve ilâcı: "Allah sevgisi" sırrıyla, hak yoluna gidenlere refakatla iftihar etmek ve arkalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bırakmak ve o Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enaniyetinden vazgeçip ihlası kazanmak ve ihlas ile bir gram amelin, ihlassız kilolarca amele tercih olunduğunu bilmekle ve dolayısıyla mesuliyetlerini bilerek ve zararlı olan liderlik hırsından vazgeçmekle o illetten kurtulur ve ihlası kazanır, ahirete yönelik vazifesini hakkıyla yapabilir." ( Risale-i Nur Külliyatı, 20. Lema, s.153 )

Said Nursi bu sözleriyle ihlasın önemine bir kez daha dikkat çekmekte ve ahiret yurdunu hedefleyen insanların enaniyet, liderlik hırsı ve rekabet duygusu gibi bencil duygularından sıyrılmaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Bunun için söz konusu olan din adına yapılacak bir hizmet dahi olsa, ihlasından dolayı bunda bir başka mümine öncelik tanıyabilmesinin, onu ön plana çıkarabilmesinin ve onun başarılarıyla iftihar edebilmesinin önemine dikkat çekmiştir. Başkalarının kendisinden daha üstün olabileceğine inanıp, onlara teslim olabilmesinin ihlasa daha uygun olacağını hatırlatmıştır.